Kore’ye ilk kez gelmişseniz ve Cumartesi günü Gwanghwamun Meydanı’na yolunuz düşmüşse, şüphesiz dikkatinizi çekecek ilk şey, protestoların ne kadar huzurlu ve düzenli bir biçimde yürütüldüğüdür.
Peki bir toplum, protestoyu yalnızca bir hak olarak değil, aynı zamanda bir kültürel ifade biçimi olarak sahiplenirse ne olur?
Kore kültürüne aşina biri olarak, Kore’ye gelmeden önce çok fazla bilmediğim ve beni en çok şaşırtarak hayran bırakan şeylerden biri, hiç kuşkusuz bu ülkenin protesto etme biçimi—yani protesto kültürü oldu. İlk kez protesto kalabalığını gördüğümde içimi bir korku ve endişe kaplamıştı. Çünkü gözlemlediğim üzere dünyanın birçok yerinde protesto; ses, çatışma ve öfke anlamına gelmekte. İlk kez Seul’de bir protestoya denk geldiğimde, içten içe bir çatışma ya da polis müdahalesi bekliyordum. Ama karşılaştığım şey beklediğimin tam aksi, polislerin; hakkını savunan halka, güvenliklerini sağlamak için eşlik ediyor olmasıydı. Beni daha da şaşırtan nokta ise protesto yürüyüşlerinde çocuklu ailelerin de bulunmasıydı. O halde şu soruyu sormak gerekiyor: Güney Kore’de protestolar neden bu kadar barışçıl? Fransa, Şili, ABD veya Türkiye gibi ülkelerde çoğu zaman protestolar şiddetle bastırılır, güvenlik güçleriyle göstericiler arasında sert çatışmalar yaşanır. Peki Kore’de neden bu olmuyor?
Kore’deki bu barışçıl protestoları anlamanın yolu, onların yalnızca bugünü temsil etmediğini, aynı zamanda geçmişle kurulan bir bağın sessiz bir ifadesi olduğunu fark etmekten geçiyor. Kore’de protesto etmek, basit bir hak arayışından çok daha fazlasını ifade ediyor. Çünkü bu ülkenin sokaklarında dile gelen öfke, çoğu zaman sadece bugünün değil, geçmişin de bir yükünü taşıyor. 1960’da Syngman Rhee rejimini sona erdiren öğrenci hareketleriyle başlayan bu gelenek, 1970’lerde Park Chung-hee’nin otoriter rejimine karşı işçi ve dini grupların yükselen direnişiyle devam etti. Ama en belirleyici kırılma noktası, 1987’de Park Jong-cheol isimli öğrencinin polis sorgusunda hayatını kaybetmesiyle başladı.
1987 yılında Chun Doo-hwan hükümetinin diktatörlüğünün devrilmesi için düzenlenen protestolar ülke genelinde yaklaşık 20 gün boyunca devam etti. Chun Doo-hwan, 12 Aralık 1979’daki askeri darbeyle iktidarı fiilen ele geçirmişti. 1980 yılında 18 Mayıs Gwangju Ayaklanmasını askeri güç kullanarak bastırdı ve iktidarını sağlamlaştırdı. Askeri birlikler, barışçıl gösterileri kanla bastırdı. Yaşananlar öylesine derin bir iz bıraktı ki, yalnızca o dönemin insanlarını değil, sonraki kuşakları da etkiledi. Gwangju, Güney Kore’de demokrasinin ne büyük bedellerle kazanıldığını hatırlatan ortak bir hafızaya dönüştü. Bu yüzden 1987’deki protestolarda yükselen her ses, bir anlamda Gwangju’nun susturulamayan yankısıydı. Yusin anayasasını Canlandırıcı Reformlar anayasası ile değiştirerek iktidarını sürdürmeye çalıştı, ancak öğrenciler ve demokrasiyi içtenlikle özleyen vatandaşlar onu yoğun bir şekilde protesto etti. Chun Doo-hwan, halkı şiddet yoluyla bastırmaya çalıştı.
Sonuç olarak, kendisini protesto eden öğrencilerden Park Jong-cheol polis sorgusu sırasında işkenceyle öldürüldü. Bu olayın ardından sokak gösterileri, milyonların katılımıyla büyüyerek devam etti ve ardından yine bir üniversite öğrencisi Lee Han-yeol protesto sırasında ağır yaralanarak 3 hafta komada yaşam mücadelesi vermesinin ardından hayatını kaybetti. Park Jong-cheol, Kore’nin demokratikleşmesinin başlangıcını tetikleyen isim olurken, Lee Han-yeol kıvılcımı alevlendiren isim oldu. Böylelikle bu iki isim, 1987’deki diktatörlük karşıtı protestoların duygusal ve sembolik omurgasını oluşturdu. Günlerce devam eden ve milyonların katıldığı protestoların bastırılması imkânsız hale geldi ve sonunda Chun Doo-hwan rejimi geri adım atarak doğrudan seçim sistemine geçişi kabul etti. Bu iki isim Güney Kore’nin doğrudan seçimle başkan belirlediği demokratik döneme geçişini sağladı.
1987’den sonra da protesto kültürü sönmedi; sadece biçim değiştirdi. 2002’deki anti-Amerikan gösteriler, 2008’de deli dana hastalığı nedeniyle düzenlenen mum ışığı protestoları, halkın politikaya sadece seçim sandığında değil, sokakta da müdahale ettiğinin kanıtıydı. Bu tarihsel süreç, sivil toplumun gelişimiyle birlikte protestonun Kore’de bir kültüre, bir bilinç hâline geldiğini gösteriyor. Sokak, yalnızca tepki gösterilen değil; aynı zamanda düşünce ve dayanışmanın paylaşıldığı, birlikte hatırlanan ve birlikte yön verilen bir mekan hâline geldi.
Kore’deki protestoların yalnızca bugünün meselelerine değil, geçmişin izlerine de dayandığını anlamanın yolu, hafızayla kurulan bu ilişkide yatıyor. Bu noktada, Amerikalı tarihçi John Bodnar’ın 1992 yılında ortaya attığı yerel hafıza[1] kavramı bize önemli bir anahtar sunuyor. Bodnar’a göre yerel hafıza, halkın kendi yaşantılarından doğan, resmi tarih anlatılarından bağımsız bir hafızaydı. Yani bir devlet töreninde anlatılanlardan çok, sıradan insanların belleğinde taşıdığı, nesilden nesile aktardığı, bazen bir pankartta, bazen bir blog yazısında, bazen bir sokak sloganında hayat bulan bir geçmiş duygusu..
Bu kavramı Güney Kore bağlamında en iyi açıklayanlardan Kyung Lee[2], 1987 Demokrasi Hareketi’nin yerel hafızasının, 2008’deki mum ışığı protestolarında nasıl yeniden canlandırıldığını inceleyerek bize sunmakta. Lee’ye göre, bu protestolar yalnızca bir tüketici tepkisi değil, aynı zamanda geçmişte kazanılmış hakların korunmasına dair bir hatırlatma ve devam etme biçimiydi. Özellikle Lee Han-yeol’ün, 1987’de hayatını kaybetmeden önce çekilmiş meşhur siyah-beyaz fotoğrafı, 2008 protestolarında tekrar tekrar paylaşıldı. Bu görüntü, hafızanın görsel bir dili olarak genç nesillere geçmişi hatırlattı; onları kendi hikâyelerinin devamcıları yaptı. Kyung Lee, bu süreci “geçmişin gölgesinde mücadele etmek” olarak tanımlar—ama bu gölge, bir karanlık değil; bir pusula gibidir aslında.
Ve bu pusula, halkı 2016’da tekrar sokaklara taşıdı. Mum ışığı protestoları da işte bu geçmişten gelen hafızayla, o hafızanın taşıdığı sorumlulukla şekillendi. Bu kez Park Geun-hye’nin yolsuzluk skandalıyla sarsılan ülke, tarihinin en kapsamlı halk hareketlerinden birini yaşadı. Milyonlarca kişi, ellerinde mumlarla her cumartesi Gwanghwamun Meydanı’nı doldurdu. Ancak bu öfke, başka ülkelerde alışık olduğumuz gibi taşkınlık ya da şiddetle değil; sessizlik, estetik ve kolektif bilinçle ortaya kondu.
Halk ne bağırıyordu ne de yakıyordu. Sadece aydınlatıyordu.
Milyonlarca kişi ellerinde mumlarla yalnızca siyasi bir talep değil, aynı zamanda ahlaki bir duruş sergiliyordu. Sahne kuruldu, konuşmalar yapıldı, çocuklar ebeveynlerinin ellerinde ışıklarla yürüdü. Protestolar bir törensellik, bir ortaklaşma hali aldı.
Tam da bu noktada, bu deneyimi anlamlandırmak için akademisyen Park Mi’nin ortaya koyduğu kavram kendisini hatırlatıyor: plaza demokrasisi[3]. Park Mi’ye göre 2016 protestoları sadece halkın yöneticiye karşı çıkışı değil; aynı zamanda halkın doğrudan demokrasiyi yeniden inşa ettiği, meydanlarda kolektif bilinçle yeni bir yurttaşlık pratiği kurduğu bir süreçtir. Plaza demokrasisi, yalnızca sandıkta değil, kamusal alanda da halkın karar sürecine aktif biçimde katıldığı bir demokrasi anlayışını temsil eder. Meydanlar burada bir direniş alanı değil, bir ortak akıl ve hafıza sahnesi haline gelir.
Protestocular yalnızca bağırmak ya da taleplerini haykırmakla kalmaz; birlikte düşünür, birlikte hisseder, birlikte hatırlarlar. Bir arada bulunmanın, birlikte aydınlatmanın, susarak da güçlü olunabileceğini göstermenin demokrasiye katkı olduğunu bilirler. Park Mi’nin analizine göre, bu katılım biçimi temsili demokrasinin sınırlarını aşan, duygularla, estetikle ve hafızayla örülmüş bir doğrudan demokrasi biçimidir. Bu yüzden Kore’de protestolar, yalnızca tepki değil; aynı zamanda bir hatırlama, bir hatırlatma ve bir tahayyüldür. Çünkü meydanlarda yalnızca bugünün adaletsizlikleri değil; geçmişte yaşanmış acılar ve geleceğe dair umutlar da taşınır. Protesto Kore’de bağırarak değil, birlikte susarak, birlikte ışık tutarak yapılır. Ve her mum, sadece bir talebin değil; bir halkın geçmişten bugüne taşıdığı kolektif bilincin ve sessiz ama sarsılmaz iradesinin simgesidir.
Bugün Kore’de protesto kültürü, sadece geçmişten gelen bir alışkanlık değil; aynı zamanda gençlerin kendi tarzlarıyla yeniden şekillendirdiği bir ifade biçimi. Başkan Yoon Suk-yeol’e karşı yapılan gösterilerde bunu açıkça görmek mümkün. Gençler, K-pop şarkılarıyla dans ediyor, sosyal medyada yaratıcı içerikler üretiyor, bazen mizahla, bazen doğrudan ama her zaman kararlı bir şekilde seslerini duyuruyorlar. Bu yeni nesil, meydanlara sadece öfkeyle değil; yaratıcılıkla, kendi diliyle ve birlikte olma duygusuyla çıkıyor.
Geleneksel protesto biçimleri yerini tamamen kaybetmiş değil, ama artık daha farklı bir kuşak var karşımızda: Siyasete uzaktan bakan ama rahatsız olduğunda çok güçlü tepki verebilen bir gençlik. Ve belki de Kore’de protesto kültürünün en çarpıcı yanı da bu: Her nesil, kendi hafızasını, yöntemini ve sesini o kültürün içine katıyor. Böylece protesto yalnızca bir tepki değil, toplumsal belleğin ve değişimin yaşayan bir parçası haline geliyor. Yazımı sonlandırırken, “1987: when the day comes” filmini önermek ve siz sevgili okurlara sormak istiyorum. Sizce protesto zamanla bir kültüre dönüşebilir mi? Ve eğer öyleyse, bu toplumları nasıl etkiler? Yeni neslin farklı yollarla, bazen bir dansla bazen bir gönderiyle sesini duyurması sizce siyaseti değiştirebilir mi? Düşüncelerinizi duymak isterim, cevaplarınızı aşağıda yer alan e-posta adresime bekliyorum. Hep birlikte düşünmeye devam etmek dileğiyle, bir sonraki yazıda tekrar görüşmek üzere.
muniresen@koregundemi.com
www.instagram.com/muniresen
[1] Vernacular memory.
[2] Lee, K. (2014). Fighting in the shadow of the past: The mobilizing role of vernacular memories of the 1987 pro-democracy movement in the 2008 candlelight protests in Korea. Memory Studies, 7(1), 61–75.
[3] Park, M. (2018). South Korea’s candlelight revolution: The power of plaza democracy.