DOLAR 38,5197 0.06%
EURO 44,0952 0.28%
ALTIN 4.107,310,06
BITCOIN 3624452-0.71559%
İstanbul
12°

PARÇALI BULUTLU

SABAHA KALAN SÜRE

Münire Şen

Münire Şen

18 Nisan 2025 Cuma

Mum Işığında Demokrasi: Barışçıl Direnişin Estetiği ve Demokratik Bilinç

Mum Işığında Demokrasi: Barışçıl Direnişin Estetiği ve Demokratik Bilinç
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Kore’ye ilk kez gelmişseniz ve Cumartesi günü Gwanghwamun Meydanı’na yolunuz düşmüşse, şüphesiz dikkatinizi çekecek ilk şey, protestoların ne kadar huzurlu ve düzenli bir biçimde yürütüldüğüdür.

Peki bir toplum, protestoyu yalnızca bir hak olarak değil, aynı zamanda bir kültürel ifade biçimi olarak sahiplenirse ne olur?

Kore kültürüne aşina biri olarak, Kore’ye gelmeden önce çok fazla bilmediğim ve beni en çok şaşırtarak hayran bırakan şeylerden biri, hiç kuşkusuz bu ülkenin protesto etme biçimi—yani protesto kültürü oldu. İlk kez protesto kalabalığını gördüğümde içimi bir korku ve endişe kaplamıştı. Çünkü gözlemlediğim üzere dünyanın birçok yerinde protesto; ses, çatışma ve öfke anlamına gelmekte. İlk kez Seul’de bir protestoya denk geldiğimde, içten içe bir çatışma ya da polis müdahalesi bekliyordum. Ama karşılaştığım şey beklediğimin tam aksi, polislerin; hakkını savunan halka, güvenliklerini sağlamak için eşlik ediyor olmasıydı. Beni daha da şaşırtan nokta ise protesto yürüyüşlerinde çocuklu ailelerin de bulunmasıydı. O halde şu soruyu sormak gerekiyor: Güney Kore’de protestolar neden bu kadar barışçıl? Fransa, Şili, ABD veya Türkiye gibi ülkelerde çoğu zaman protestolar şiddetle bastırılır, güvenlik güçleriyle göstericiler arasında sert çatışmalar yaşanır. Peki Kore’de neden bu olmuyor?

Başkan Yoon Suk-yeol’ü K-pop gruplarının ışıklı çubuklarıyla protesto eden Koreliler. Aralık, 2024.

Kore’deki bu barışçıl protestoları anlamanın yolu, onların yalnızca bugünü temsil etmediğini, aynı zamanda geçmişle kurulan bir bağın sessiz bir ifadesi olduğunu fark etmekten geçiyor. Kore’de protesto etmek, basit bir hak arayışından çok daha fazlasını ifade ediyor. Çünkü bu ülkenin sokaklarında dile gelen öfke, çoğu zaman sadece bugünün değil, geçmişin de bir yükünü taşıyor. 1960’da Syngman Rhee rejimini sona erdiren öğrenci hareketleriyle başlayan bu gelenek, 1970’lerde Park Chung-hee’nin otoriter rejimine karşı işçi ve dini grupların yükselen direnişiyle devam etti. Ama en belirleyici kırılma noktası, 1987’de Park Jong-cheol isimli öğrencinin polis sorgusunda hayatını kaybetmesiyle başladı.

Aileler ve yakınları 23 Mayıs 1980’de Güney Kore’nin Seul kentinin yaklaşık 250 kilometre güneyinde yer alan Gwangju kentindeki il merkezinde ölen protestocuların tabutlarının etrafında.

1987 yılında Chun Doo-hwan hükümetinin diktatörlüğünün devrilmesi için düzenlenen protestolar ülke genelinde yaklaşık 20 gün boyunca devam etti. Chun Doo-hwan, 12 Aralık 1979’daki askeri darbeyle iktidarı fiilen ele geçirmişti. 1980 yılında 18 Mayıs Gwangju Ayaklanmasını askeri güç kullanarak bastırdı ve iktidarını sağlamlaştırdı. Askeri birlikler, barışçıl gösterileri kanla bastırdı. Yaşananlar öylesine derin bir iz bıraktı ki, yalnızca o dönemin insanlarını değil, sonraki kuşakları da etkiledi. Gwangju, Güney Kore’de demokrasinin ne büyük bedellerle kazanıldığını hatırlatan ortak bir hafızaya dönüştü. Bu yüzden 1987’deki protestolarda yükselen her ses, bir anlamda Gwangju’nun susturulamayan yankısıydı. Yusin anayasasını Canlandırıcı Reformlar anayasası ile değiştirerek iktidarını sürdürmeye çalıştı, ancak öğrenciler ve demokrasiyi içtenlikle özleyen vatandaşlar onu yoğun bir şekilde protesto etti. Chun Doo-hwan, halkı şiddet yoluyla bastırmaya çalıştı.

Gwangju ayaklanmasi, 1980.

Sonuç olarak, kendisini protesto eden öğrencilerden Park Jong-cheol polis sorgusu sırasında işkenceyle öldürüldü.  Bu olayın ardından sokak gösterileri, milyonların katılımıyla büyüyerek devam etti ve ardından yine bir üniversite öğrencisi Lee Han-yeol protesto sırasında ağır yaralanarak 3 hafta komada yaşam mücadelesi vermesinin ardından hayatını kaybetti. Park Jong-cheol, Kore’nin demokratikleşmesinin başlangıcını tetikleyen isim olurken, Lee Han-yeol kıvılcımı alevlendiren isim oldu. Böylelikle bu iki isim, 1987’deki diktatörlük karşıtı protestoların duygusal ve sembolik omurgasını oluşturdu. Günlerce devam eden ve milyonların katıldığı protestoların bastırılması imkânsız hale geldi ve sonunda Chun Doo-hwan rejimi geri adım atarak doğrudan seçim sistemine geçişi kabul etti. Bu iki isim Güney Kore’nin doğrudan seçimle başkan belirlediği demokratik döneme geçişini sağladı.

Protesto sırasında ağır yaralanan öğrenci Lee Han-yeol, 1987.

1987’den sonra da protesto kültürü sönmedi; sadece biçim değiştirdi. 2002’deki anti-Amerikan gösteriler, 2008’de deli dana hastalığı nedeniyle düzenlenen mum ışığı protestoları, halkın politikaya sadece seçim sandığında değil, sokakta da müdahale ettiğinin kanıtıydı. Bu tarihsel süreç, sivil toplumun gelişimiyle birlikte protestonun Kore’de bir kültüre, bir bilinç hâline geldiğini gösteriyor. Sokak, yalnızca tepki gösterilen değil; aynı zamanda düşünce ve dayanışmanın paylaşıldığı, birlikte hatırlanan ve birlikte yön verilen bir mekan hâline geldi.

Kore’deki protestoların yalnızca bugünün meselelerine değil, geçmişin izlerine de dayandığını anlamanın yolu, hafızayla kurulan bu ilişkide yatıyor. Bu noktada, Amerikalı tarihçi John Bodnar’ın 1992 yılında ortaya attığı yerel hafıza[1] kavramı bize önemli bir anahtar sunuyor. Bodnar’a göre yerel hafıza, halkın kendi yaşantılarından doğan, resmi tarih anlatılarından bağımsız bir hafızaydı. Yani bir devlet töreninde anlatılanlardan çok, sıradan insanların belleğinde taşıdığı, nesilden nesile aktardığı, bazen bir pankartta, bazen bir blog yazısında, bazen bir sokak sloganında hayat bulan bir geçmiş duygusu..

Bu kavramı Güney Kore bağlamında en iyi açıklayanlardan Kyung Lee[2], 1987 Demokrasi Hareketi’nin yerel hafızasının, 2008’deki mum ışığı protestolarında nasıl yeniden canlandırıldığını inceleyerek bize sunmakta. Lee’ye göre, bu protestolar yalnızca bir tüketici tepkisi değil, aynı zamanda geçmişte kazanılmış hakların korunmasına dair bir hatırlatma ve devam etme biçimiydi. Özellikle Lee Han-yeol’ün, 1987’de hayatını kaybetmeden önce çekilmiş meşhur siyah-beyaz fotoğrafı, 2008 protestolarında tekrar tekrar paylaşıldı. Bu görüntü, hafızanın görsel bir dili olarak genç nesillere geçmişi hatırlattı; onları kendi hikâyelerinin devamcıları yaptı. Kyung Lee, bu süreci “geçmişin gölgesinde mücadele etmek” olarak tanımlar—ama bu gölge, bir karanlık değil; bir pusula gibidir aslında.

1987’de çelik kuvvet polisi tarafından gölgelenen Budist rahipler oturma eyleminde dua ediyor.

Ve bu pusula, halkı 2016’da tekrar sokaklara taşıdı. Mum ışığı protestoları da işte bu geçmişten gelen hafızayla, o hafızanın taşıdığı sorumlulukla şekillendi.  Bu kez Park Geun-hye’nin yolsuzluk skandalıyla sarsılan ülke, tarihinin en kapsamlı halk hareketlerinden birini yaşadı. Milyonlarca kişi, ellerinde mumlarla her cumartesi Gwanghwamun Meydanı’nı doldurdu. Ancak bu öfke, başka ülkelerde alışık olduğumuz gibi taşkınlık ya da şiddetle değil; sessizlik, estetik ve kolektif bilinçle ortaya kondu.

Halk ne bağırıyordu ne de yakıyordu. Sadece aydınlatıyordu.

Milyonlarca kişi ellerinde mumlarla yalnızca siyasi bir talep değil, aynı zamanda ahlaki bir duruş sergiliyordu. Sahne kuruldu, konuşmalar yapıldı, çocuklar ebeveynlerinin ellerinde ışıklarla yürüdü. Protestolar bir törensellik, bir ortaklaşma hali aldı.

Tam da bu noktada, bu deneyimi anlamlandırmak için akademisyen Park Mi’nin ortaya koyduğu kavram kendisini hatırlatıyor: plaza demokrasisi[3]. Park Mi’ye göre 2016 protestoları sadece halkın yöneticiye karşı çıkışı değil; aynı zamanda halkın doğrudan demokrasiyi yeniden inşa ettiği, meydanlarda kolektif bilinçle yeni bir yurttaşlık pratiği kurduğu bir süreçtir. Plaza demokrasisi, yalnızca sandıkta değil, kamusal alanda da halkın karar sürecine aktif biçimde katıldığı bir demokrasi anlayışını temsil eder. Meydanlar burada bir direniş alanı değil, bir ortak akıl ve hafıza sahnesi haline gelir.

Protestocular yalnızca bağırmak ya da taleplerini haykırmakla kalmaz; birlikte düşünür, birlikte hisseder, birlikte hatırlarlar. Bir arada bulunmanın, birlikte aydınlatmanın, susarak da güçlü olunabileceğini göstermenin demokrasiye katkı olduğunu bilirler. Park Mi’nin analizine göre, bu katılım biçimi temsili demokrasinin sınırlarını aşan, duygularla, estetikle ve hafızayla örülmüş bir doğrudan demokrasi biçimidir. Bu yüzden Kore’de protestolar, yalnızca tepki değil; aynı zamanda bir hatırlama, bir hatırlatma ve bir tahayyüldür. Çünkü meydanlarda yalnızca bugünün adaletsizlikleri değil; geçmişte yaşanmış acılar ve geleceğe dair umutlar da taşınır. Protesto Kore’de bağırarak değil, birlikte susarak, birlikte ışık tutarak yapılır. Ve her mum, sadece bir talebin değil; bir halkın geçmişten bugüne taşıdığı kolektif bilincin ve sessiz ama sarsılmaz iradesinin simgesidir.

Bugün Kore’de protesto kültürü, sadece geçmişten gelen bir alışkanlık değil; aynı zamanda gençlerin kendi tarzlarıyla yeniden şekillendirdiği bir ifade biçimi. Başkan Yoon Suk-yeol’e karşı yapılan gösterilerde bunu açıkça görmek mümkün. Gençler, K-pop şarkılarıyla dans ediyor, sosyal medyada yaratıcı içerikler üretiyor, bazen mizahla, bazen doğrudan ama her zaman kararlı bir şekilde seslerini duyuruyorlar. Bu yeni nesil, meydanlara sadece öfkeyle değil; yaratıcılıkla, kendi diliyle ve birlikte olma duygusuyla çıkıyor.

Geleneksel protesto biçimleri yerini tamamen kaybetmiş değil, ama artık daha farklı bir kuşak var karşımızda: Siyasete uzaktan bakan ama rahatsız olduğunda çok güçlü tepki verebilen bir gençlik. Ve belki de Kore’de protesto kültürünün en çarpıcı yanı da bu: Her nesil, kendi hafızasını, yöntemini ve sesini o kültürün içine katıyor. Böylece protesto yalnızca bir tepki değil, toplumsal belleğin ve değişimin yaşayan bir parçası haline geliyor. Yazımı sonlandırırken, “1987: when the day comes” filmini önermek ve siz sevgili okurlara sormak istiyorum. Sizce protesto zamanla bir kültüre dönüşebilir mi? Ve eğer öyleyse, bu toplumları nasıl etkiler? Yeni neslin farklı yollarla, bazen bir dansla bazen bir gönderiyle sesini duyurması sizce siyaseti değiştirebilir mi? Düşüncelerinizi duymak isterim, cevaplarınızı aşağıda yer alan e-posta adresime bekliyorum. Hep birlikte düşünmeye devam etmek dileğiyle, bir sonraki yazıda tekrar görüşmek üzere.

muniresen@koregundemi.com
www.instagram.com/muniresen


[1] Vernacular memory.

[2] Lee, K. (2014). Fighting in the shadow of the past: The mobilizing role of vernacular memories of the 1987 pro-democracy movement in the 2008 candlelight protests in Korea. Memory Studies, 7(1), 61–75.

[3] Park, M. (2018). South Korea’s candlelight revolution: The power of plaza democracy.

Devamını Oku

Netflix’ten Gerçek Hayata: Kore Siyasetinde bir K-drama Senaryosu

Netflix’ten Gerçek Hayata: Kore Siyasetinde bir K-drama Senaryosu
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Merhaba, Kore Gündemi okurları!

Yeni bir başlangıcın heyecanıyla sizlere ilk kez sesleniyorum! Türkiye’de uluslararası ilişkiler okuduktan sonra yüksek lisans eğitimim için Kore’de, Seul Ulusal Üniversitesi’ne (Seoul National University) adım attım. Başta kişisel bir merakla başlayan Kore ilgim, zamanla daha derin akademik bir keşfe dönüştü. Artık Kore’yi sadece ders kitaplarından değil, sokaklarından, insanlarından ve hatta siyasetin günlük hayatı nasıl şekillendirdiğinden öğreniyorum.  Bu köşede Kore’nin siyasetinden toplumsal yapısına, gündelik hayatın küçük ama anlamlı detaylarından bölgedeki büyük gelişmelere kadar pek çok konuya değineceğim. Ancak bunu sadece akademik bir dille değil, bir gözlemcinin merakı ve bir içeridenin deneyimleriyle harmanlayarak sizlere aktarmak istiyorum. Çünkü bazı olaylar sadece bir haber veya makale başlığı değil, aynı zamanda içinde yer aldığınız bir hikâye gibi hissedilir. İlk yazım, bu bakış açımın örneklerinden biri. Son zamanlarda Kore siyasetinde yaşanan ve beklenmedik gelişmelerle adeta bir dizi senaryosunu aratmayan bir olaya tanıklık ettim. O kadar sürpriz doluydu ki, kendimi bir an için Netflix’te bir K-drama izliyormuş gibi hissettim. İşte bu yüzden, ilk yazıma böyle bir başlığı uygun gördüm. Keyifli okumalar dilerim.

Netflix’ten Gerçek Hayata: Kore Siyasetinde bir K-drama Senaryosu

3 Aralık akşamı, saat 22.30 civarında Seul’de okulumun kütüphanesinde ders çalışıyordum. O sırada Devlet Başkanı Yoon Suk Yeol, beklenmedik bir şekilde televizyonda canlı yayına çıkarak, “Kuzey Kore yanlısı güçleri ortadan kaldırmayı ve anayasal özgürlük düzenini korumayı amaçladığını” söyleyerek sıkıyönetim ilan etti. O an her şeyden habersizdim, ta ki telefonum arka arkaya gelen mesajlar ve aramalarla titreşmeye başlayana kadar. İrkilerek telefonu elime aldım ve daha ne olduğunu anlayamadan ablamın telaşlı sesi kulağımda yankılandı: “İyi misin? Kore’de ne oluyor öyle? Sıkıyönetim ilan edilmiş. Çabuk eve git!” Sarsılıp hemen internete baktım. Gerçekten de, Güney Kore’de 1980’den bu yana ilk kez sıkıyönetim ilan edilmişti.

İnanılır gibi değildi. Günümüz Kore’sinde böyle bir olayla karşılaşmayı hiç beklemiyordum. Kütüphanedeki diğer öğrenciler de benden farklı değildi; özellikle sıkıyönetim kavramını ilk kez duyanlar korkuyla birbirine bakıyor, “Ne olacak şimdi? Yarın okula gidebilecek miyiz? Dışarı çıkabilecek miyiz?” diye birbirlerine soruyorlardı. Ben ise üzerimizde uçuşan helikopter sesleri eşliğinde bir an önce eve gitmeye çalışan yabancı bir öğrenci olarak neyle karşı karşıya olduğumu bilememenin tedirginliğini yaşıyordum. Ta ki sabah 04.30’da başkanın sıkıyönetimi kaldırdığı haberi gelene kadar…

Sıkıyönetim Nedir ve Ne Zaman Uygulanır?

Sıkıyönetim, genellikle, iç ayaklanma veya isyan gibi devleti tehdit eden yaygın sivil kargaşalarda, ulusal acil durumlar, doğal afetler veya kamu düzensizlikleri söz konusu olduğunda, terör tehdidi veya ciddi siyasi huzursuzluk durumlarında ilan edilir. Ancak Güney Kore’de böyle bir tehdit ortamı yokken, Devlet Başkanı Yoon Suk Yeol’un ani bir karar ile sıkıyönetim ilan etmesi şaşkınlıkla karşılandı ve yoğun tartışmalara yol açtı.

Kamuoyunda büyük tartışma

Sabahın erken saatlerinde sıkıyönetimin kaldırıldığı haberi duyulduğunda, içimde bir rahatlama hissetsem de, bu yaşananların ardında ne gibi siyasi hesapların olduğunu merak ediyordum. Tek gecelik bir siyasi kriz miydi, yoksa Güney Kore’de daha büyük bir dönüşümün habercisi mi?

Olayın hemen ardından Güney Kore kamuoyunda büyük bir tartışma başladı. Muhalefet partileri, Yoon Suk Yeol’un bu kararını “demokrasiyi baltalayan bir girişim” olarak nitelendirerek sert tepki gösterdi. Halk arasında da ciddi bir kutuplaşma vardı. Bazıları bu kararın Kuzey Kore tehdidine karşı bir güvenlik önlemi olduğunu savunurken, büyük bir kesim bunun bir güç gösterisi, düşüncesizce alınan, gereksiz saçma bir manevra olduğunu düşünüyordu. Protestolar hızla ülkenin dört bir yanına yayıldı.

Sıkıyönetimden Sonraki Saatler: Halk ve Meclisin Tepkisi

Sıkıyönetim ilan edildikten sonra ülke genelinde belirsizlik ve tedirginlik hakimdi. Medya organları, hükümet yetkililerinden bilgi almaya çalışırken, muhalefet partileri hızla tepki gösterdi. Mecliste sert tartışmalar yaşandı ve sıkıyönetim kararının anayasaya aykırı olduğu iddia edildi. Halk arasında da büyük bir şaşkınlık ve endişe vardı. Birçok kişi, Güney Kore gibi gelişmiş bir demokraside bu tür bir kararın nasıl alınabildiğini sorguluyordu. Bazı şehirlerde protestolar başladı. Özellikle başkent Seul’de halk sokağa dökülerek hükümetin kararını eleştiren sloganlar attı. Güney Kore tarihinde sıkıyönetim ilanının genellikle askeri yönetimler döneminde görüldüğü düşünüldüğünde, bu karar demokratik değerlere aykırı olarak değerlendirildi. Sosyal medyada ise #DemokrasiyeDokunma etiketi hızla yayılmaya başladı. Tepkilerin giderek büyümesiyle birlikte, sabaha karşı 04:30’da Yoon Suk Yeol, sıkıyönetimi sona erdirdiğini açıkladı. Ancak, bu kararın geri alınması, halkın öfkesini dindirmedi. Aksine, başkanın yetkilerini kötüye kullandığı yönündeki eleştiriler daha da arttı. Bunun üzerine mecliste, başkanın azledilmesi için harekete geçildi.

Özellikle gençler ve üniversite öğrencileri bu duruma karşı en büyük tepkiyi gösteren kesimdi. Kore’de demokrasinin oturmuş bir sistem olduğuna inanıyordum, ancak bu olay bana siyasi istikrarın her zaman garantili olmadığını gösterdi. Özellikle, etrafımda “1980 Gwangju Ayaklanması’ndan bu yana en büyük demokrasi krizi olabilir” şeklindeki yorumları duymak oldukça dikkat çekiciydi. Öğrenim görmekte olduğum Seul Ulusal Üniversite’sinde (​Seoul National University), Güney Kore’nin en prestijli üniversitelerinden biri olarak, 3 Aralık 2024 tarihinde Devlet Başkanı Yoon Suk Yeol’un sıkıyönetim ilan etmesine karşı önemli tepkilere sahne oldu. Üniversitemde daha önce hiç şahit olmadığım bir ana şahit olmuştum. Bütün okul rektörlük binasının önünde toplanarak, üniversitenin 525 profesör ve araştırmacısı, Başkan Yoon’un istifasını talep eden bir bildiri yayımladı. Ayrıca, 5 Aralık 2024 tarihinde SNU profesörleri, anayasaya aykırı olarak ilan edilen sıkıyönetimi kınayan ve Başkan Yoon’un derhal istifa etmesini talep eden ikinci bir bildiri daha yayımladılar. ​ SNU’nun akademik camiasının, ülkenin demokratik değerlerini ve anayasal düzenini koruma konusundaki kararlılığını gözlemlemek benim için hayranlık uyandırıcıydı.

Güney Kore’de Sıkıyönetimin Tarihsel Bağlamı

Bu yaşananları anlamlandırabilmek için Güney Kore’nin geçmişine bakmak gerekiyor. Ülkede sıkıyönetim denildiğinde akla gelen ilk olay, 1980 Gwangju Ayaklanması ve o dönemki askeri darbe sürecidir. General Chun Doo-hwan’ın darbe sonrası ilan ettiği sıkıyönetim, Güney Kore’nin demokratikleşme sürecinde bir dönüm noktası olmuştu. O dönemde halk büyük bir baskı altına alınmış, medya susturulmuş, sokaklara tanklar çıkmış ve bir çok kan dökülmüştü.

Peki, 2024’te durum neydi? Günümüzde Güney Kore’nin demokratik bir yönetimle idare edildiğini düşünsek de, başkanın bu ani kararı birçok kişiyi bir anlık 40 yıl öncesine götürdü. Fakat ortada ciddi bir kriz veya tehdit yokken böyle bir karar alınması, halkın büyük bir bölümünde endişe yaratmıştı. Uluslararası medyada insanların demokrasiye inancının sarsıldığı haberleri yer alsa da; Korelilere göre başkanlarının bu düşüncesiz hamlesi, gereksiz ve komik bulunmasının yanı sıra demokrasiye inancının sarsılmadığını, bütün engellemelere rağmen vekillerin meclise girerek oylama yapmasıyla kanıtladığını düşünüyorum.

Mecliste Neler Yaşandı?

Sıkıyönetim ilanının ardından muhalefet partileri hızla harekete geçti ve Devlet Başkanı Yoon Suk-yeol’ün görevden alınması için azil sürecini başlattı. Ancak bu süreç, beklenenden daha büyük bir gerilime sahne oldu. Meclis oturumunun gerçekleşmesini engellemek isteyen bazı güvenlik güçleri, vekillerin girişini zorlaştırdı. Buna rağmen, muhalefetteki Demokrat Parti ve iktidar partisinden bazı milletvekilleri dahil olmak üzere 190 vekil bir araya gelerek oylamayı gerçekleştirdi.

14 Aralık 2024’te yapılan oylamada, Devlet Başkanı Yoon Suk-yeol’ün azledilmesini öngören önerge Ulusal Meclis’te kabul edildi. Böylece, Güney Kore tarihinde ikinci kez bir devlet başkanı resmen azil sürecine girmiş oldu. Anayasa Mahkemesi, azil kararını incelemeye alırken, süreç tamamlanana kadar Yoon’un yetkileri askıya alındı ve geçici olarak başbakan Han Duck-soo devlet başkanlığı görevini üstlendi. Ancak, siyasi çalkantılar burada da bitmedi. Kısa bir süre sonra meclis, Han Duck-soo’nun da görevden alınmasına karar verdi. Böylece, Güney Kore’de yönetim krizi daha da derinleşti. Yeni bir lider belirlenene kadar, geçici devlet başkanı olarak Maliye Bakanı Choi Sang-mok atandı. Güney Kore demokrasisi, tarihinin en kritik dönemlerinden birinden geçerken, yaşanan bu gelişmeler ülkenin siyasi geleceği açısından belirleyici olacak gibi görünüyor.

Peki Başkan Yoon neden sıkı yönetim ilan etti?

Devlet Başkanı Yoon Suk Yeol, sıkıyönetim ilan ettiği canlı yayında kararını “ulusal güvenliği tehdit eden unsurları ortadan kaldırmak ve anayasal düzeni korumak” olarak gerekçelendirmişti. Konuşmasında, Kuzey Kore ile bağlantılı olduğunu iddia ettiği grupların iç tehdit oluşturduğunu ve hükümete karşı “devlet karşıtı faaliyetlerde” bulunduğunu öne sürdü. Ancak, kamuoyunda ve uzmanlar arasında bu tehdidin ne kadar gerçek olduğu tartışmalıydı. Muhalefet partileri ve birçok hukukçu, bu kararın siyasi bir hamle olduğunu ve başkanın güç kazanmak amacıyla bu yola başvurduğunu iddia etti.

Başkanın bu kararı almasının ardında birkaç olası neden üzerinde duruluyordu. İlk olarak, son dönemde popülaritesi ciddi şekilde düşmüştü. Ekonomik sıkıntılar, artan enflasyon ve iç politikadaki gerilimler, hükümet üzerindeki baskıyı artırmıştı. Ayrıca, yaklaşan seçim süreci de göz önüne alındığında, sıkıyönetim ilanının siyasi bir hesap olduğu görüşü güçleniyordu. Bir diğer olasılık ise, Kuzey Kore ile ilişkilerin gerilmesi ve dış politikada artan tansiyondu. Ancak, herhangi bir askeri çatışma veya açık tehdit olmadığı için bu gerekçe kamuoyunu tam olarak tatmin etmedi. Daha çok Başkan Yoon’un ve eşinin son zamanlarda çıkan yolsuzluk haberlerinden dolayı olayı örtbas etmek için böyle bir hamlede bulunduğu görüşü hakimdi. Demokrat Parti’nin meclis çoğunluğunu kullanarak bazı yöneticilerin yetkilerini kısıtlamaya yönelik önerge sunması ve hükümet bütçesinde kesintiye gitme kararı alması, Başkan Yoon’u rahatsız etti. Bu hamle, daha çok güç dengelerinin kimde olduğunu gösteren bir siyasi şov niteliğindeydi. Başkan ve meclis farklı partilere sahip olduğunda siyasi polarizasyon olarak adlandırılan kutuplaşma durumunun yaşanması ve krizlerin çıkması oldukça olağan bir durumdur. Ancak demokrasinin iyi işlediği bir ülkede, sıkıyönetim gibi düşüncesiz bir hamle, sadece daha büyük bir tepki doğurur.

Bundan sonra ne olacak?

Yoon Suk Yeol hâlâ görevden uzaklaştırılmış durumda ve Anayasa Mahkemesi’nin nihai kararını bekliyor. Mahkeme, başkanın yetkilerini kötüye kullanıp kullanmadığını değerlendirerek azil sürecine nihai noktayı koyacak. Eğer azil kararı onaylanırsa, Güney Kore 60 gün içinde yeni bir başkanlık seçimine gidecek. Ancak, mahkeme azil kararını reddederse Yoon görevine kaldığı yerden devam edebilecek. Bu belirsizlik ortamında Güney Kore siyasi tarihinde yeni bir sayfa açılıyor. Siyasi gerilimler ve halkın tepkisi, ülkenin gelecekteki yönünü belirlemede kilit rol oynayacak. Demokrasi, otoriter eğilimlerle sınanırken, halkın bu sürece nasıl karşılık vereceği büyük önem taşıyor.

Son gelişmelere göre, Yoon Suk Yeol 52 gün süren tutukluluğun ardından serbest bırakıldı. Bu gelişme, sürecin gidişatına dair yeni soru işaretlerini de beraberinde getirdi. Destekçileri bu kararı adaletin tecellisi olarak değerlendirirken, muhalefet ve sivil toplum örgütleri sürecin şeffaflığını ve hukuki meşruiyetini sorgulamaya devam ediyor. Yoon’un siyasi sahneye nasıl döneceği, kamuoyunun bu gelişmeye vereceği tepkiyle şekillenecek. Ancak şurası net: Güney Kore, yalnızca bir liderin değil, demokrasisinin de kaderini belirleyecek bir dönemeçte. Yoon’un serbest bırakılması, siyasi krizin sona erdiği anlamına mı geliyor, yoksa daha büyük bir çekişmenin habercisi mi? Bunu ancak zaman gösterecek. Olayın başından beri yaşananlar, yalnızca hukuki bir sürecin değil, aynı zamanda halkın demokrasiye olan inancının bir sınavı niteliğinde.

Sıkıyönetim fiyaskosu, Güney Kore demokrasisinin hem istikrarsızlığının hem de direncinin bir kanıtıdır. Ayrıca belirtmek isterim ki bu, 20. yüzyıl diktatörlüğünün kolektif travmasının sadece tarih olmadığının ürpertici bir hatırlatıcısıdır. Bu olayları bizzat deneyimlemek beni bir kez daha Kore’deki bölünmüşlüğün ciddi ve kaçınılmaz gerçekliği konusunda uyandırmakla kalmadı, bunun liderler tarafından baskı ve kontrolü meşrulaştırmak için nasıl istismar edilebileceğini; Güney Kore’de siyasi istikrarın aslında ne kadar kırılgan olabileceğini ve demokrasinin korunması için halkın ne kadar duyarlı olabileceğine de şahitlik etmiş oldum. Güney Kore’de yaşadığım o gece, adeta bir K-drama senaryosuna benziyordu. Başrolde halkı şok eden bir siyasi lider, gerilim dolu saatler, ansızın gelişen olaylar ve sabaha karşı gelen sürpriz bir çözüm… Ancak buradaki fark, bunun sadece bir dizi sahnesi değil, gerçek hayatta yaşanan bir demokrasi sınavı olmasıydı.

muniresen@koregundemi.com
www.instagram.com/muniresen

Devamını Oku